24 Aralık 2007 Pazartesi

gerçek dostluk

biliyorum bu aralar o kadar az bulunur birşey ki bu konu başlığı olarak yazdığım söz pekçoğunuzun güldüğüne eminim bu yazdıklarıma komik olduğundan değil inanılması zor olduğundan ve eminim alaycı bir gülümseme o yüzünüzdeki :-( pek çok kez aldanışlarım olmuştur benim bu konuda ooo hemde o kadar çok ki sayısını bile unuttum :-) hatta her yanılgının sonunda da allah kahretsin ben adam olmam diye hayıflanmışımdır. ama yinede arada doğru tutturduklarımda oldu tabii işte bu yazı sayısı ömrümde bir elin parmaklarını bile geçmeyecek olan gerçek dostlarımdan birinden geldi ve bende paylaşmak istedim sizlerle

Dostları Olmalı İnsanın

dostları olmalı insanın,
aynen gemilerin limanları gibi
zaman zaman uğradığın
yükünü boşalttığın
dalgalar dininceye kadar beklediğin koynunda
sonra açık denizlere uğurlamalı seni,
geri döneceğin günü bekleme umuduyla
bazen rüzgara o açmalı yelkenini
yanağına konan bir öpücüğün coşkusuyla
halatlarını çözmeli
seni çok
ama çok özlemeli
dostları olmalı insanın,
ermiş, bilge hayatı ezbere okuyabilen
düşünmediklerini düşündüren
seni bir cambaz ipinde güvenle tutabilen
gerektiğinde senin için ateşi yutabilen
yolunu ısıtan ustan olmalı,
şekillendirmeyi öğretmeli hayatın çömleğini
sana vermeli soğuk bir kış gününde
üzerindeki tek gömleğini

18 Aralık 2007 Salı

KALBİNİ KUŞLARA VEREN ÇOCUK

’Tanrı kuşları sevdi ağaçları yarattı

İnsan kuşları sevdi kafesleri yarattı’’

Jacgues Deval



Bir varmış bir yokmuş, adı sanı bilinen zamanın birinde, dağlardan kopup gelen çağlayanların arasında şirin mi şirin küçük bir köy varmış. Her bahar geldiğinde bir başka güzel olurmuş buralar. Doğaya binbir canlılık gelir, bir başka güzel akarmış dereler. Arılar, kadife kanatlı kelebekler çiçek çiçek gezer, daldan dala uçuşurmuş türkü gözlü kuşlar… Bir efsaneye göre güneş en güzel orada gülermiş çocuklara, oraya dökermiş ışığının en güzel renklerini. Yeryüzünün en güzel bitkileri, çiçekleri, hayvanları da oralıymış. Gökyüzünde her gece yıldızların düğünü olur, her sabah bir sevincin şöleni başlarmış. Düş mü? gerçek mi? pek ayırt edilemezmiş, etrafını çevreleyen dağlar öylesine görkemli dururmuş ki, doruklarında gökyüzü hep mavi ve engin bir denizi andırırmış. Eteklerindeki derin vadiler boy boy hayvanlar barındırır, onlara analık eder ve bütün kötülüklerden korurmuş… En vahşi hayvandan, en sessiz böceğe kadar tüm canlılar kardeşce geçinirmiş. Bir yeşil halı gibi yerleri kaplayan çimenler, nereden çıkıp, nerede tükendiği bilinmeyen pırıl pırıl sular, rengarenk çiçekler ve türlü boyalı kuşlarla bu eşsiz yer, bir başka yaşama sevinci verirmiş insanlara.



İşte bu yörede zeki mi zeki, akıllı mı akıllı küçük bir çocuk yaşarmış. Deniz adındaki bu sevimli çocuk insanları, hayvanları, kuşları, çiçekleri, ağaçları yani doğadaki güzel olan her şeyi ve bir de herkesin masal anası ismini verdiği bilge ninesini çok severmiş. O bu sevgisini lafta bırakmaz, gereğini her fırsatta yerine getirir, insanların, hayvanların, canlı cansız, doğadaki tüm varlıkların haksız saldırılara hedef olmaları karşısında, içinde sınırsız bir öfke ve acı duyarmış. Bu yüzden hep güçsüz ve haklıdan yana çıkarmış. Çünkü Deniz ninesinden hep emeği, yardımseverliği, merhametli olmayı, sevgiyi, iyiliği, dürüstlüğü, doğruluğu, temizliği, ahlaklı ve adil olmayı öğrenmiş.



Deniz gün boyu çiçeklerle söyleşir, kelebeklerle uçuşur, bilge ninesinin ardında koşuşup dururmuş kırlarda. Onun geçtiği yerlerde güller gülümser, sümbüller pembeleşir, kuşlar şarkı söyler, dağlar taşlar dillenirmiş. Hafif hafif esen rüzgarlarla ağaçlar eğilip eğilip birbirini selamlarmış. Deniz nerede solmuş sararmış bir çiçek görse, koşar su getirir, koklayıp okşayıp yeşertirmiş. Her şey öylesine ona alışıkmış ki, bir gün ortalıkta görünmese, çevreden iniltiler duyulur uzun narin kavaklar bile boynu bükük bakarmış. Öyle ki, çiçekler üzülüp büzülür, kelebekler uçmaz, kuşlar türkülerini söylemez, sular hışırtısız akarmış. Deniz sadece kuşlarla konuşmazmış. Köylülerin söylediklerine göre, o bütün hayvanların dillerinden de anlarmış. Onlarla saatlerce söyleşir. Birbirileriyle iyi geçinmelerini öğütlermış.



İşte Deniz, bu gizemli doğanın koynunda doğmuş, orada büyümüş orada tanımış çiçekleri. Kuşlarla dostluğu, arkadaşlığı da orada başlamış. Küçücük yüreği dünyayı içine alacak kadar geniş, sevgisi dünyayı ısıtacak kadar sıcakmış. Bu güzel çocuk yaşamına renk veren, anlam katan sevgisinin sesini de orada bulmuş. Hiç bir canlının başka bir canlıya haksızlık etmesine gönlü razı olmazmış. Onun bu sesini duyan her canlı bütün kötülükleri unutur, sadece iyilik düşünürmüş.



Ve bir gün Deniz bu güzelim köyünden ayrılmak zorunda kalmış. Kuşların ötüşü, serin suların çağlayışı kulakları okşayıp yüreklere dökülürken, çiçekler solumalarını sıklaştırmış. Bütün köylüler gediğin tepesini aşıp, Deniz’ i uğurlamışlar; iyi yolculuklar dilemişler. Ninesi o kadar çok üzülmüş ki, sözcükler onun ayrılık acısını anlatmaya yetmemiş. Hiçbir canlının başka bir canlıya veremeyeceği ve hiç bir canlının anlayamayacağı bir şefkat ve sevgiyle basmış bağrına. İçi ılık ılık duygularla dolup kabarmış, o yaşlı yüreğine ince ince çağlayanlar akmış da, yangınını söndürememiş. Torunu uzaklaşıncaya dek çırpınan yaralı bir kuş kanadı gibi, yaşlı gözlerle el sallamış ardından, dualar mırıldamış. Deniz uzaklaşır uzaklaşmaz hemen bütün köylüler onu özlemeye başlamışlar. Bu sevginin kaynağı neredeymiş, neymiş kimse akıl erdirememiş.



Deniz şehirler geçmiş, trenler, otobüsler, vapurlar, otomobiller ve uçaklar görmüş: görünce de ağzı bir karış açık kalmış, zira köyünü çevreleyen dağların ötesini hiç mi hiç bilmezmiş.



Deniz uygarlığın teknolojik nimetlerinden uzak, fakat bozulmamış, kirlenmemiş, temiz ve bakir bir doğa ortamında yaşarken, babası onu alıp uzak bir ülkeye götürmüş. Bu ülkenin renk renk lale bahçeleri, yel değirmenleri, altın saçlı gökgözlü güzel çoçukları varmış. Ancak getirildiği kent beton yığınları ile kaplı, soluk alamayacak derecede kalabalık, gürültülü ve telaşlıymış. Doğup büyüdüğü yerlere hiç benzemediği gibi, her akşam kocaman fabrika bacalarından çıkan, kirli kara bir duman abanırmış kentin üstüne. Kent soluk alamazmış. O zaman gökyüzü ışığını yitirir, sokak lambaları bile zar-zor ışıldarmış. Burada insanlar kendilerini kalın beton duvarlar arkasına, kuşları kafeslere, çiçekleri özgür doğadan koparıp saksılara koymuşlar. Kafesteki kuşlar aç değilmiş ama özgürlükleri yokmuş. Saksıdaki çiçekler susuz değilmiş ama doğal güzellikleri kalmamış. içeklerin renkleri ve kokuları, kuşların ötüşleri yapaymış. İnsanların neşeleri gülüşleri ve ağlayışları da.



Okula başlamış Deniz. Sınıflar çocuk doluymuş, ancak Deniz yalnızmış, bir türlü alışamamış kalabalıklara, kent yaşamına… Yitirdiklerini ararmış Deniz, gözünde tütermiş insiz köyü, yemyeşil dağlar, serin pınarlar, kuşlar, yeleleri rüzgarda savrulan atlar, koyunlar, kuzular, bir de dünya tatlısı nineciği.



Onca kalabalığın orta yerinde yapayalnız kalmış; ne o anlatabilmiş kendini başkalarına, ne de başkaları onu anlamak istemiş. Bir tren geçermiş Deniz’in özlemlerinde, bir kuş ötermiş, o kuytu bir köşeye çekilip ağlarmış. Kimi zaman özlemi dayanımaz bir hal alırmış, yakıp tutuştururmuş yüreğini. Deniz’in bu durumuna öğretmeni çok üzülürmüş. “Sen zeki ve yetenekli bir çocuksun bu günler çabuk geçer buraya da alışırsın” diyerek Deniz’ i teselli etmeye çalışırmış. Ama o dalgınmış, bilincini yitirmişçesine boş boş bakarmış etrafına. Artık düşüncelerinin içinde öyle eriyip yitmiş ki, bu ona sonsuz derece acı verirmiş.



Bir de Deniz’ in kafasını sürekli yoran bazı sorular varmış. Neden kuşların, çiçeklerin zgürlüklerini kısıtlayıp, kafeslerde ve saksılarda tutsak olarak yaşatırlar? Kuşlar ve çiçekler evlerdeki saksılar ve kafesler için yaratılmamıştır ki? Acaba bütün bu haksızlıklar ve acımasızlıklar geçici ve basit bir doyum duygusu için miydi? Peki, kocaman adamların bu tutumuna karşı, ya çocuklar niçin kayıtsız kalıyordu? Onlar, kuşların ve çiçeklerin özgürlüğü için neden bir çaba harcamıyordu?



Deniz bu sorunları günlerce düşünmüş; çiçeklerin saksılara, kuşların kafeslere konulmasına bir anlam yüklemeye çalışmış, ama becerememiş. Gün geçtikçe suskunlaşmış, konuşmaz gülmez olmuş ve yemeden içmeden kesilmiş. Sanki uzak diyarlarda dilsiz, kolsuz, kanatsız kalmış. Gitgide içine kapanmış, yapılan bu haksızlıklara öfkelenmiş, ancak bağırıp çağırmamış, suskunlukla direnmiş.



Derken bir gece hastalanmış Deniz. Günlerce ateşler içinde yatmış, yatarken de köyünü sayıklamış, uyanıkken Perihan ninesini hayal etmiş. Ninesi yine ona öğütler vermiş, destek olmuş yalnızlığında, yol göstermiş. Ninesi Deniz’e “Konuş Deniz’im, yine göz kırp yıldızlara, çiçeklere gülümse, gülücükler dağıt, göster sevgi dolu yüreğini herkese. İyi olmalısın sen, hastalanırsan üzülürüz. Yaşlı yüreğim dayanamaz acına. Sonra bütün kuşlar da üzülür; dağlar, taşlar başlar ağlamaya. Yerin kulağı duyar olup biteni, bütün ormanlar yas tutar. Menekşeler sulara döker kirpiklerini, sular acı keser, acı yolları…” dermiş. Sonra bir an duraksar, yorgun ciğerlerini soluklandırır ardından Deniz’in saçını okşar, konuşmasını yine sürdürürmüş.



Ama Deniz onun söylediklerinin çoğunu duymaz, atların kişnemeleri, kuzuların melemeleri arasında rüyalara dalarmış. Köyünde iken her akşam yatmadan önce, ninesi Deniz’e kuşlar, çocuklar ve çiçeklerle ilgili masallar anlatırmış. Sonra. “o yıldız senin, bu yıldız benim” diye ninesiyle yarışır, gökyüzünün sonsuz ışıltısına bakar, uyurlarmış. Oysa Deniz bu kente geleli bir yıldız bile görememiş.



Günler sel gibi haftalar yel gibi geçip gitmiş. Deniz iyileşip eski sağlığına kavuşmuş, ama özlemi hiç mi hiç dinmemiş. Nereye gitse özlemini de oraya götürmüş. Zaman zaman özlemi içinde onulmaz bir sızı olur depreşir. Ne yapsa ne etse önüne geçemezmiş.



Deniz zeki, enerjik, başarılı ve itinalı bir çocukmuş. Ögretmenleri onun bu niteliklerini yararlı bilgi ve sağlıklı bir çevre bilinciyle dengede tutmak için yoğun bir çaba içine girmişler. Deniz de yavaş yavaş okul yaşamına alışmış. Bu nedenle öğretmenleri iyi bir şey başarmış olduklarını düşünerek gönenmişler, kıvanç duymuşlar. Çünkü Deniz en zor meseleler üzerinde bile inanılmaz ölçüde düşünceler üretir, günlük ders ve ödevlerini büyük bir istekle hazırlar, olumlu taraflarını eliştirmeye çalışırmış.



Deniz her zaman sevimli, duygulu, insanları kırmamaya özen gösteren, herkesin yardımına koşan bir çoçuk olduğunu göstermiş. Onun doğa sevgisi ve bilgisi de herkesin dikkatini çeker ve bu güzel nitelikleri çevresinde sevilmesini sağlarmış. Hatta, onun bu özelliklerini öğretmenleri diğer çocuklara anlatıp, örnek gösterirmiş. Anne ve babası da Deniz’ i bu meziyetleri nedeniyle dünyanın en akıllı çocuğu olarak görürlermiş.



Deniz bir yandan çevresine uyum sağlamaya diğer yandan da kendine yeni uğraşlar edinmeye çalışıyormuş. İşte o günlerde, evlerinin önüdeki küçük bahçeyi düzenlemek aklına gelmiş ve şimdiye kadar bunu düşünemediği için de kendine kızmış. O günden sonra en büyük uğraşı bahçesi olmuş. Oraya çeşitli bitkiler dikip, çiçekler ekmiş. Bahçesindekiler de boy verip renklenince bütün boş zamanlarını onlara bakmakla geçirir olmuş.



Çiçeklerin yanında mutlu olurmuş ya yine de içten içe hüzünlenirmiş. Çünkü, Deniz bu insanları anlamıyormuş. Onlar, kendilerini doğadan uzak, beton duvarlar arkasına kapattıkları yetmiyormuş gibi kuşları da kafeslere tıkmışlar…



Her şey bir yana da ya o büyük kentlerin meydanlarında gördüğü sürü sürü tembel güvercinlere, kirli kanal sularında nazlı nazlı yüzen kuğulara ne demeliydi? Böylesine kanatları olur da, kentlerin o pis havasında, suyunda nasıl dururlardı? Uğuldayan iş makineleri, göğü kirleten fabrika bacaları, araba sesleri, eksoz dumanları, müzik diye zangır zangır bağıran hoperlörler ve estetikten uzak, çirkin apartmanların arasında nasıl yaşanır? Deniz bu soruları durmadan sormuş kendine, ama yanıt bulamamış. Çocuk aklı anlamaya, yanıtlamaya yetmemiş bu soruları.



Ve günün birinde öfkesi öylesine büyümüş ki, gidip babasının onarım işlerinde kullandığı keskin mi keskin testereyi alıp, fırlamış sokağa. Kafes gördüğü ilk eve dalmış ve buradaki kafesi kesmiş. Ve o günden sonra, her gece evlere girip, kafeslerin çubuklarını keserek kuşlara özgürlüklerini vermeye başlamış. Deniz’ in bu yaptıkları kafes sahiplerini çılgına çevirmiş tabiî. Günlerce gazetelere ilanlar verilip, duvarlara afişler asılmış. Radyo ve televizyonlarda duyurular yayınlanmış. Bu yayınlarda, “Korkunç ve affedilemez suçu işleyen canavar” hakkında bilgi verenlerin ödüllendirileceği açıklanıyormuş. Ancak Deniz yılmamış. Yine her fırsat bulduğunda evlere, bahçelere girip kafesleri kesmeye devam etmiş. O ülkeyi yönetenler çok kızmışlar bu işe, kentin bütün polisleri bu kafes canavarını yakalamak için yarışa girişmiş, günlerce pusu kurup beklemişler. Ama bu bir sonuç vermemiş. Bir defa polis, asker bütün ülke düşmüş bu kafes canavarının peşine. Yine günler, haftalar, aylar geçmiş ama yakalayamamışlar.



Deniz, bir akşam yine elinde testeresiyle büyükçe bir eve girmeye çalıştığı sırada pusu kuranlar tarafından yakalanmış. Ve bu haber ülkenin her yanında bomba gibi patlamış. Gazeteler Deniz’in boy boy fotoğraflarını basmış, televizyonlar çeşitli görüntüleri getirmiş ekranlarına, radyolar ise her haberinde duyurmuşlar. İlgililer ise bu “canavarın” yakalanışına müthiş sevinmişler. Günlerce süren şölenler düzenlenmiş, bayram gibi kutlamışlar bu başarılarını.



Ama bu sevince katılmayanlar da varmış: ülkenin altın saçlı, gökgözlü, güzel çocukları Deniz’in yakalanışını üzülerek karşılamışlar. Topluca göşteriler düzenleyip yönetimi protesto etmişler. Özgürlük istemişler. Deniz özgür olsun demişler.



Ancak çocukların bu çığlıklarını sağır yürekler duymamış. Mahkemeler kurulmuş, kurullar toplanmış, dünyanın dört bir yanından pedagoglar, psikologlar, bilim adamları çağrılmış. Herkes Deniz’in işlediği suçun nedenini araştırmaya koyulmuş.



İlk gece, polis merkezinde, üşüyüp ağlayan Deniz’in gözünü uyku tutmamış. Yaptıklarını ve kendisine yapılanları düşünmüş. Kendince suç kavramını sorgulamış ve “kim suçlu?” sorusuna yanıtlar aramış. Kafeslerini kırdığı ev sahiplerini düşünmüş, özgür kalınca kanatlarını sevinçle çırpan minik kuşları…



Sonra arkadaşlarını, öğretmenlerini, anasını ve babasını, ninesini düşünmüş. Yüreği sızlamış Deniz’in hepsini de özlediğini anlamış. Ertesi gün ziyaretçileri olmuş Deniz’in. Öğretmenleri ve okul arkadaşları gelmiş, renk renk çiçekler, çeşitli hediyeler verip onu teselli etmeye çalışmışlar. Ziyaret saati bitince de boynu bükük gitmişler. Ardından bütün ülkenin sarı saçlı, gökgözlü çocukları Deniz’e üzüntülerini belirten kartlar, mektuplar göndermişler. Ama kurulan mahkeme çok acımasızmış. Çocukların protestosunu da hiç önemsemiyormuş. Deniz’i diğer çocuklara da kötü örnek olmasın diye cezalandımak istiyormuş yargıçlar.



Deniz, uykusuz geçirdiği bir gecenin verdiği yorgunlukla hemen uykuya dalmış ve dalar dalmaz da başlamış rüyalar görmeye. Rüyada yaşlı bir ninecik oturmuş bir pınarın başına, Deniz’ e “körler ülkesi” masalını anlatıyormuş, ama bu bilge ninesi değilmiş. Rüyadaki ninenin anlattığı masal şöyleymiş;



“Evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde, dünyanın bir yerinde, bir baba ile oğul varmış, bunların fazlaca bir dertleri yokmuş; işleri, aşları onları kimseye muhtaç etmezmiş. Ama babanın bir sorunu varmış; oğlunun eğitimsizliği ve cehaleti. O devirlerde ne oğlunu gönderebileceği bir okul ne de ders verebilecek öğretmenler varmış. Okul ve öğretmenler yokmuş ama çocuk dünyayı tanımalı ve bilmeliymiş. Çünkü babanın inancı, “Alimler gözlüdür, Cahiller ise kör’’ biçimindeymiş. Sonuçta baba karar vermiş; oğlunun gözü açılmalı, dünyayı görüp tanımalıymış. Baba ile biricik oğlu bilinmeyen ülkelere doğru yola çıkmışlar. Az gitmişler uz gitmişler, sonunda bir de bakmışlar ki, körler ülkesi diye bir yere gelmişler. Olacak bu ya, tam körler ülkesine geldiklerinde, çocuk bir hastalığa yakalanmış. Eli ayağı tutmaz olmuş. Baba şaşkın, çocuk bitkin uçan kuştan medet ummuşlar. Tam o anda “korkma” diye yüreklendirmişler. Babanın etrafına toplananlar. Ve, “siz buranın körler ülkesi dendiğine bakmayın, buranın öyle becerikli bir hekimi var ki kime dokunsa hastalığından iz kalmaz” demişler. Böylece baba yatıştırılmış ve çocuk tezelden hekime kavuşturulmuş. Hekimbaşı usta parmakları ile hastasını tepeden tınağa bir güzel yoklamış. Hemencecik de illetin nedenini bulmuş; sorun çocuğun gözlerinde imiş. Burnun ile alnın birleştiği noktanın sağında ve solunda bulunan çukurlara gömülü, bıngıl bıngıl devinen oval iki cisimcik. Açılıp kapanan birer deri kapakla örtülü….



İşte hepimizin bildiği insan gözü, illetin nedeniymiş. Hekim böyle söylemiş, teşhisi böyle koymuş. Operasyon kısa sürede bitmiş, dışarıya çıkarmışlar çocuğu. Baba bir de ne görsün, çocuğun dünyayı görüp tanıyacağı gözlerinin ikisi de yerlerinden çıkarılmış. Çünkü körler ülkesinde herkeste göz düşmanlığı varmış. Körler bilginin, ışığın, aydınlanmanın en önemli aracı olan göze düşmanmış. Daha o çağlarda “aydınlık ile karanlığın, bilgi ile cehaletin” savaşı varmış. Ancak baba ve oğul geç anlamışlar bu gerçeği ve ağır ödemişler bedelini. Ve bu sonuç karşısında sanki dünya bir anda başlarına yıkılmış baba ile oğulun. Yaşam zindan olmuş, ama ne acı duyacak halleri kalmış, ne de acıya dayanacak güçleri. Acıyı acıyla bastırmışlar boynu bükük’’…



Deniz gördüğü düşün etkisiyle ter içinde uyanmış. Bir korku sıkıca sarılmış boğazına. Kendini o hekimin elinde imiş gibi hissetmiş. Sevdiği onca yüzü düşünmüş, ama hiç birisini anımsayamamış, sisler arasında yalnız kalmış. Bir yerlerden ince bir ezgi çarpmış kulaklarına, çoğalan, delirten bir ezgi…. Usuna babasının üzgün, perişan yüzü gelmiş, bir güvercin uçuvermiş yüreğinden, acıyla ürpermiş. Deniz’in ağzından “Baba” diye bir inilti çıkmış. Sonra gördüğünün korkulu bir düş olduğunu fark edince derin bir oh çekip rahatlamış.



Derken duruşma günü gelmiş binlerce çocuk yığılmış mahkemenin önüne, onlarca polis otosu eşliğinde Deniz mahkemeye getirilmiş. Yargıçlar sertçe bakmışlar Deniz’e. Savcı iddianamesini okumuş, yargıçların en yaşlısı korkutucu bir sesle “bütün bunları neden yaptın?” diye sorular yöneltmiş. Yargıçların bütün sorularına Deniz susarak yanıt vermiş. Yargıç öfkelenmiş dağlar kadar. Deniz’i azarlamış. “Sende hiç acıma duygusu yok mu, kalp yok mu?” demiş. Deniz ise “Ben kalbimi kuşlara verdim.” Diyerek ilk ve son yanıtını vermiş. Yargıçlar kendi aralarınada fisıldaşıp, konuşmuşlar. Sonuçta Deniz’in bir kuş gibi, demirden bir kafese konulup uzak ve ıssız bir ormana bırakılmasına karar verilmiş. Bu haber dünyadaki bütün kuşlara yıldırım hızıyla yayılmış. Bir çok kuş toplanıp, kanat çırpmışlar, dönmüşler gökyüzünde, sonra da hep birlikte saldırmışlar kafese, günlerce gagalamışlar ama nazlı gagaları parmaklıkları kırmaya yetmemiş. Kafesi parçalayamamışlar. Parçalayıp da Deniz’ i özgürlüğüne kavuşturamamışlar.



Günlerce düşünmüşler ve sonuçta hepsi gücünü birleştirerek. Deniz’i köyünün güzel ormanına götürmeye karar vermişler. Bütün kuşlar kanat açıp, kırk gün kırk gece, dağ demeden deniz demeden uçmuşlar. Deniz’in o güzelim köyünün ormanına ulaşmışlar. Yağmur yağdığında hepsi birden kanatlarını kafesin üstüne gerip korumuşlar. Güneş açtığında sevinmişler. Dünyanın her yerinde türlü türlü yiyecek ve çeşit çeşit kitap taşımışlar. Kuşlar her akşam kafesin etrafında toplanıp ötüşerek Deniz’i teselli etmişler. Cıvıltılarla uyutmuşlar, her sabah yeniden en güzel sesleriyle uyandırmışlar. Beraberce gülüp, oynayıp, şarkı söylemişler. Deniz onlara şiirler okumuş, bilge ninesinden öğrendiği masalları anlatmış, kuşlar Deniz’i anlarmış Deniz de kuşları……



İşte o gün bu gündür dünyanın bütün kuşları yavrularına kuşlara kalbini veren çocuğun masallarını anlatırlarmış. Ve onun içindir ki, dünyanın her yerinde kuşların yalnız bir sabah bir de akşam öttüğü söylenir……..

6 Aralık 2007 Perşembe

ALDATILMAK

korkuyla sıçrayarak uyanmak isteyeceğiniz bir garip rüyadır..
kabustur, aldatılmak..
tenine değdiğiniz , teninizi verdiğiniz, ruhunuzu ruhuna kattığınız sizi fırlatıp bir köşeye başa bir tene başka bir ruha gitmiştir..
kim bilir belki sevişmiştir, beraber yemek yemişlerdir, ona gülümsemiştir belki kıskanmıştır ve belki de onu uyurken izlemiştir..
geride kalırsınız..
yalnızca geride kalmak da değildir yaşadığınız, sizden “gidilmiş”tir..
terk edilişlerin en acısıdır, en yaralayıcısıdır..eksik hissedersiniz.her uzvunuz gidilenden eksiktir..
aldatıldığınızı değil, “veremediklerinizi” bir başkasında bulduğunu düşünecek kadar alçalırsınız..
gidene, gidilene sövmek, eksik hissetmenizi engellemeyecektir..
sizi tüketmiştir..içi boş bir çikolatalı süt kutususunuzdur artık.. kabınız vaktiyle lezzetli bir şey olduğunuzu hatırlatır ancak içiniz boştur..


"güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
bir gün yalan söyleyeceksen eğer
bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.."
can yücel

5 Aralık 2007 Çarşamba

İNSANLAR VE MASKELERİ

bu blog sayfasını hazırlarken adı konusunda epey bir düşünmüştüm aslında ;ama sonra sevgili sokrat ın bildiğim birşey varsa oda hiçbirşey bilmediğimdir. sözü geldi aklıma ve bu olmasına karar verdim.çünkü aslında çok iyi biliyorum yada çok iyi tanıyorum dediğim insanların aslında maskelerinin arkasını göremediğimi henüz yeni farketmiştim.Bugün birkez daha anlıyorum bunu meğer insan nasılda bile bile lades diyebiliyormuş olaylara sırf sevdiği için , meğer ne kadar da gözlerim kapalıymış , meğer birini sevdiğinizde ve değerli bulduğunuzda nasılda gözleri kör olabiliyormuş insanın ! ve en acısıda onun sizi bildiği yada tanıdığı diğer aptallarla bir tutarak oyunlar sergilemeye çalışması !meğer ne komikmiş :-))bak bu çok isabet oldu canım arkadaşım sen ve senin gibilerin ne olduğunu bana tekrar hatırlattın bunun için şükranlarımı sunuyorum sana önemli bir hayat dersi oldun sen benim için !ha birde sana bir abla öğüdü herkes kendin gibi değildir .bunu asla unutma ! vee onun içindirkiii GÜLE GÜLE SEVGİLİ DOSTUM HAYATIMDAN SONSUZA DEK ÇIKARIYORUM SENİ ! ACI AMA GERÇEK BU !

3 Aralık 2007 Pazartesi

Ayrılıklar ve bitişler

Ayrılık ve bitişler. Hangisi daha az acı verir acaba? Bana ayrılıklar daha acı veriyor. Çünkü benim dışımda gelişen bir olay gibi geliyor bana. Yani verilmiş bir kararı yaşıyormuşum gibi. Ayrılık benim duygularıma cevap vermiyor. Tek verdiği şey, sadece acı. Ayrılıklarda bir tercih yapmak zorunda kalıyor insan. Ben tercihleri sevmiyorum. Ben tercihi yaşayarak yapmak istiyorum. Kararı ben vermek istiyorum. İşte o zaman bunun adına bitiş diyorum. Bitişlerde yaşanmışlık var. Bazen tükenmiş bir ilişki, bazen doyuma ulaşmış bir ilişki, bazen bütün gizemlerin sonunu görmek, bazen sırların çözülmesi. Bazen heyecanların bitişi. Heyecanların bitişi de acı veriyor insana. Ama o heyecanların yerine başkalarını koymak için arayışa geçersek hayatı yakalayabiliriz. Yoksa hayatımız boyunca kaybettiklerimiz için ağlayıp dururuz. Hani derler ya: DÖKÜLEN SU TOPLANMAZ

Yani eğer kendini yenileyip yeni ufuklara yelken açmazsan boğulur gidersin. Arada sorunlar başladıysa ilişki zedeleniyor demektir. Çünkü artık o ilişki sana yetmiyor demektir. O kişiyi aşmışsın demektir. Artık yeni heyecanlar gereklidir. Sakın bunu uçarı bir ruh olarak algılamayın. Eğer ilişkilerde ilerleme birlikte olmuyorsa, yani ilişkiyi üretkenliğe çekemiyorsak bitebilir. Bitmeli de. Eğer bitirmezsek kısır döngü içinde kalırız. Bu ilişki bizi beslemekten ziyade ruhumuzu yer bitirir. O bitişi kabullenmek zorundayız, yoksa bunalım kapıdadır.

İşte bu kaybetme korkusu hayatımızı yönlendiren duygulardan biri. Bir şeye sahip olmak isteyen kişi her şeyini kaybetmeye hazır olmalıdır denir. Yani riske girmelidir. Mutlu olmak sadece isteklerimizin yerine gelmesi ile olmaz. Çoğu zaman bitişleri de kabullenmek zorundayız.

Gerçek bitişi yaşadığım zaman bana artık üzüntü vermiyor. Ama uzun süre onun mücadelesini veriyorum. Eğer bitti dediğim halde hala üzülüyorsam bitmemiş demektir. Bu ilişkinin adı bazen aşktır, bazen bir dostluktur, bazen bir evliliktir. Kişi kendi kafasında ve yüreğinde eğer bitişi yaşamıyorsa dışarıdan söylenenler pek etkili olmuyor.

Bunu bir yakınımın başına gelen olayda yaşadım. Evlilikleri kötü gidiyordu. Aslında adam koca olarak harikaydı. Koca değil iyi bir sevgili gibi davranıyordu. Yani bir kadının istediği gibi. Adamın tek kusuru vardı hiçbir şeyi doğru söyleyemiyordu. Aralarında sorunlar çıkıyor ve ayrılıyorlardı. Ama adam ayrılıkta hastalığını kullanarak duygu sömürüsü yapıp barışma yollarına düşüyordu. Zavallı kadın hemen telaşa kapılıp hastaneye gidiyor ve barışıyorlardı. Hatta bazen kadının kendi ailesi bile adamın tarafını tutup hasta olduğu için ona acıyorlardı. Oysaki kişinin hastalık numarası yaptığı çok belliydi ama duygusallık gerçeği görmesini engelliyordu. Bu ayrılıp barışmalar o kadar çoğaldı ki artık kadın da gerçeği görmeye başladı ama bir türlü kestirip atamıyordu. Beyninde bir türlü ilişkiyi bitiremiyordu. Adam da bunu fark ettiğinden sürekli duygu sömürüsü yapıyordu. Her bitişin bir geri dönüşümünü yaşıyorlardı. Ama bir gün geldi ki yine ayrıldılar ve haber geldi ki adam hastanede. Aman koş seni istiyor dediler. Ve kadın gitmedi. Ölecek ama dediler. Tanrı bilir Allah şifasını versin dedi. Kadın kafasında her şeyi bitirmişti. Adam bunu anladı ve hasta olmaktan vazgeçti. Kadın bir daha adamın adını bile ağzına almadı. Aradan yıllar geçti. Adam bir gün kalp krizinden öldü. Telaşa düştüm bunu kadına nasıl söylicem diye. Çok üzüleceğini tahmin ediyordum. Söylediğimde sadece; Allah Rahmet eylesin dedi. İşte gerçek bitiş bu. Yüreğinde hiçbir kırıntı sevgi kalmamış. Yani karşısındakinin kendisini üzmesine artık müsaade etmiyor.

Bazı kişiler sevgileri sonuna kadar kullanıp tüketiyorlar. Ve sadece kaybettikleri zaman telaşa düşüyorlar. Daha önceki aşk ile ilgili yazdığım bir yazıya yorum yapan bir genç bana mail atmıştı. Kendisinin izni olmadan burada adını açıklamam doğru olmaz. Yaşadığı bir aşkı anlatmış. Bir kızı çok sevmiş ama kız onun sevgisine bir türlü karşılık verememiş ya da anlayamamış.

Diyor ki; “Şimdi beni deliler gibi seviyor ama ben artık aynı hisleri ona karşı duyamıyorum. Çünkü sürekli mutsuz geçen yıllarımız aklıma geliyor. Neden insanlar kaybettikten sonra bazı şeyleri farkına varıyorlar. Bu bana acı veriyor”
Aslında artık o ilişkiyi aşmış, o ilişki artık ona yetmiyor ama kopuşu da yaşayamıyor. İşte bu durum can çekişen bir hayvanın haline benziyor. Biliyorsunuz böylesi bir acıyı çeken bir hayvanı insanlar sadece acı çekmesin diye vururlar. Ama biz o kadar acı çekmemize rağmen bitişe karar veremiyoruz. Sanki bitirirsek acı çekecekmişiz gibi. Oysaki çekilecek acı bugünkünden daha fazla olmayacaktır.

Ay nerden aklıma geldi bu bitişler bugün bilmiyorum. Hayatımda bitişler yaşamak istemiyorum ama eğer gerekiyorsa aslanlar gibi de yaşarım.